4. BÖLÜM
4. ❝BOĞULURSUN, ÇIRPINMAZSIN.❞
Bana o cümleyi kurduğunda, kelimeler son derece yalın ve net olmasına rağmen, neredeyse soruyu yanlış anladığımı düşünecektim. Adam, yaklaşımında her türlü bir kuşku ve öfke gizlediği için, attığım her adıma ve seçeceğim kelimelere dikkat etmeliydim. Bu yüzden göğsüne baktığım o saniyelerde, hızlı ve doğru cevabı vermek için çok kısa zamanım olduğunu fark ettim.
"Koku mu? Ne kokusu?"
Başını yana eğip nasıl açıklayacağını tartıyormuş gibi kafama doğru baktı. "Üzerinde bir koku var, kızım da hep böyle kokar," dedi.
Başımı sola doğru eğip saçlarımın uçlarını kokladığımda göğsümdeki serinkanlı panik hissi yatışmaya başladı. "Şampuandan geliyor bu koku. Bebek şampuanı kullanıyorum ben, muhtemelen kızın da tüm diğer çocuklar gibi o bebek şampuanını kullanıyordur..." saçımı bıraktım ve rüzgârda uçup yanağıma değdiğinde, adamın bakışlarına yöneldim. "Bu şampuanı bilmiyor musun?"
Tek kaşını kaldırdı. "Ne şampuanıymış? Ne diyorsun?"
"Dalin," dedim. "Hatta bir tane reklamı var, dalinle bıcı bıcı yaparız diyor..."
Yüzündeki kasların kaygılarını unutmuş gibi birkaç saniye yumuşadığını gördüm ve dudaklarını birbirine bastırıp genzini temizlerken, gözlerini bir daha yüzümde dolaştırıp geriye çekildi. Kolunu da önümden çektiğinde, parça parça verdiğim nefesi dudaklarımdan tek seferde sızdırıp kirpiklerimin arasından bir bakış attım. O da bana kısacık bir bakış atıp gözlerini çekti ve ellerini kumaş pantolonunun ceplerine sokarak, "Evet, o kokuyu benzetmiş olmalıyım," dedi.
Yeterince tatmin edici olduğumu kanıtlayan bu cümleden sonra rahatladım. Çok kuşkulu bir adam olduğundan ötürü bu rahatlamayı bile coşkuyla yaşayamadan arabamın etrafını dolanmaya başladım. "Şimdi başka bir şey var mı?"
"Sanmıyorum," dedi.
"Ama benim var." Araba kapımı açıp duraksadıktan sonra araba tavanının üzerinden kendisine baktım. "Hayatım boyunca insanlar bana yaklaşırken, bir şey söylerken iki kez düşündüler. Sana da böylesini tavsiye ederim."
O tek kaş tekrardan havaya kalktı ve arabama daha da yaklaşıp elini üzerine koydu. "Seni bu kadar önemli kılan ne?"
"Az önce sana, bana bir şey söylerken iki kez düşünmeni söylemedim mi?" dedim.
Düşüncelerim zaman zaman yargılanmaya açık olmuştu ama herkes tarafından değil. Durumlar ele alındığında, adamın karşısında beni haklı çıkaran pek bir şey yoktu. Fakat henüz bu konuda anlaşamayacağımız, onun daha da çatılan kaşlarından belliydi. Bir elini arabadan çekip bir şey diyordu ki, telefon çalmaya başladı ve gözlerini pek hoşlanmadığını düşündüğüm kişiliğimden çekerek telefonunu çıkardı.
Herhangi bir şey demeden hattaki kişiyi dinlemeye başladığında, burada daha fazla kalmamın gereksizliğini fark edip bıraktığım kapıyı yeniden açtım. Arabamın koltuğuna binmek üzereyken de elini kaldırdığını gördüm. Gitmemi durdurmasının sebebini dinlemek üzere orada kaldım ve o telefonu, "Hemen geliyorum," diyerek kapattığında, "N'oldu?" diye sordum.
"Çizilen robot resme benzeyen başka birisini bulmuşlar, emniyet aradı, birazdan seni de arar..."
Telefonum çalınca pantolonumun ceplerini yokladım ve bulup açtım, aramaya ilk konuşan olarak katılmadım. Bir polis memuru, dün verdiğim tanıklık ifadesiyle ilgili bir şüphelinin gözaltında olduğunu söyledi ve gelip teyit etmemi ekledi. Telefonu, onaylayan birkaç ses çıkararak kapattım ve telefonu elimde sıkarken, Deren'in arabamın sağ taraftaki kapısını açtığını gördüm. Ben daha bir şey diyemeden koltuğa yerleşip orada dikilen bana, "Vakit kaybediyoruz," dedi.
Koltuğa oturdum ve arabamı çalıştırırken, "Kendi arabana neden binmiyorsun?" diye sordum.
Başını bana çevirdi ve gözlerini kırpıştırarak bakınca, aklının karmaşalarla gölgelendiğini düşündüm. Ön camdan dışarıya, kendi arabasına bakıp, "Ben... Bir an unuttum arabamı," dedi ve kapıyı tekrar açtı. "Kusura kalma."
Çok berbat göründüğü için tavrımı geri çektim ve onu durdururken, "Sorun değil," demekte karar kıldım. "Aynı yere gidiyoruz zaten."
Kapı hâlâ açıkken dönüp yüzüme maruz kaldı ve yumuşak bir şekilde yutkunup kapıyı kapattı. Geriye doğru yaslanarak kafasını deri koltuğa yasladığında, önüme dönerek arabayı park ettiğim alandan çıkardım. Direksiyonu, sol elimle çevirip arabayı kendi etrafında döndürürken aynaları kontrol etmek aklıma gelmedi. Neyse ki herhangi bir arabaya çarpmadım, girdiğim sokaktan çıkarken göz ucuyla yanımda oturan adama baktım.
Kaskatı, geniş omuzları koltuğun sırtını kaplamıştı. Boyu benden uzundu, tavana daha yakındı. Bacağının birisi düzensiz şekilde titriyordu, stres yaptığından olmalıydı. Sık nefes aldığı için arabanın içinde sürekli nefes sesi duymaya başladım ve yumruğuna bakarken, katı yürekliliğini apaçık, en şeffaf haliyle gördüm.
Belki kızı varken böyle değildi ama kızı şimdi kayıpken yüreği katılaşmıştı.
Telefon konuşmamı düşünerek dikiz aynalarını kontrol ettim. Direkt o organ kaçakçısı liderini bulduklarını sanmıyordum, çok isterdim fakat bu kadar hızlı bulunacağına ihtimal vermiyordum. Benzeyen başka bir adamı görmem için çağırmışlardı. Gerçekleri düşününce, ortada Nil'i kaçıran bir adam olmadığı için bu da imkansızdı ama oyunun kurallarını yerine getirmem gerekiyordu.
İl emniyetine geldiğimizde ağzını açmayan Deren, başını mekanik bir hareketle kaldırıp polis arabalarına baktı. Arabamı uygun bir yere park edip anahtarımı aldım ve kapımı açarken, "Bir siz eksiktiniz Allah'ın belaları," dedi Deren, tahammülsüzlükten baygınlık geçirecek gibi görünüyordu.
Bakışlarını izledim ve ileride, emniyet binasına doğru yürüyen üç kişi gördüm. Deren'de arabamın kapısını çarptı ve hava soğuk olmasına rağmen üzerindeki ceketi çıkararak süratle ilerlemeye başladı. O üç kişi, Nalan, Derya ve Edip Akşın'dı. Nalan'ı kabarık, sapsarı saçları direkt göze sokuyordu. Paltosuna rağmen omuzlarının biçiminden güzel fiziği belli oluyordu. Kocası Derya bu güzelliğin farkındaymış gibi bir sahiplenmeyle onun elini tutmuşken, Edip Akşın diğer yanında bir şeyler diyordu.
Deren, çok hızlı yürüdüğü için kısa sürede onlarla olan mesafesini kapatıp önlerine geçti ve bu şekilde onu fark ettiklerinde, hepsi durarak arkasından baktı. Buraya beraber geldiğimiz için otomatik şekilde Deren'in arkasından gidiyordum ve ben de yanlarından geçerken, onlarla göz göze geldim. Edip Akşın bana, o üstten bakışını atarken Derya dağınık, haritaya dönmüş yüzüne rağmen dudaklarını büküp bir önümden giden Deren'e bir de bana bakarak hoşuna giden bir şey görmüş gibi güldü. Nalan'sa, hemen Deren'in arkasından gelmeme şaşırarak kaşlarını çattı.
"Siz..." yürümeye devam ederek yanımdan geçerken beni süzdü. "Sizi de aradılar sanırım."
"Evet," dedim kısa kesip. Bu sabah daha fazla lüzumsuz konuşmaya ihtiyacım yoktu.
İstemsiz şekilde dördümüz de asansöre yöneldik, ben yalnızca birkaç adım daha öndeydim. Emniyet müdürünün odasına çıkacağımı düşündüm, çünkü aile direkt ahbapları olduğu için onunla irtibat kuruyordu. Asansörlere yönelince bir tanesinin kapısının kapanmak üzere olduğunu ve hızlanırken, Deren'in elini sallayarak çıkmaması için asansörü durdurduğunu gördüm. Onunla göz göze gelirken içeriye girdim ve bana yer açıp arkaya kayarken, elini indirip tuşa sertçe bastı. Kapılar kapanmadan önce hemen arkamdan gelen diğerlerini de bekleyeceğini sanmıştım fakat tekrar buna zahmet etmemişti.
Asansörü beklettiği için, "Mersi," dedim.
Şöyle bir bana baktı. "Ne için?"
"Asansörü beklettin," dedim açıklamak zorunda kalmaktan hoşlanmayarak.
"Farkında değildim," dedi.
Ben ona bunu farkında olduğunu söylemeden asansör durunca inip direkt müdür odasına yürüdü. Beynim, kısa meşguliyetlerin düşüncelerinden uzaklaşıp ciddiyete sımsıkı bağlandı ve onun arkasından müdür odasına girerken, bu ciddiyeti bir takım elbise gibi üzerimde taşıdığımı hissettim. Deren oturmaya, müdürle el sıkışmaya zahmet etmeden, "Adam nerede?" diye sorunca müdür koltuğundan kalkıp Deren'in karşısına kadar geldi. "Sorgu odasında, ifadesi alınıyor."
"Ne duruyoruz o zaman burada?" diyerek arkasını döndü Deren ve yanımdan geçerken, müdür de beni farkına vararak birkaç saniyesini bana ayırdı. "Gelmişsiniz. Direkt inelim, siz suçluya bakın, belki gördüğünüz adam budur."
Koridorda ilerlerken arkamızdan topuk sesleri yaklaştı. Deren'i ve beni pek alakadar etmeyen bu sesler müdür beyin dönüp arkasına, asansörden inmiş Edip Akşın'a bakmasını sağladı. Arkasından, Nalan ve Derya ile gelmişlerdi. Müdür ile Edip Akşın el sıkışırken, Nalan kısa bir an benimle göz göze geldi ve sonra önümden ilerleyen eski kocasına baktı.
Derya onun elini sıkarak kaşlarını çattı.
Nalan ona bakıp solgun yüzüne düşmüş saçını çekerken, bir alt kata bu sefer merdivenden indik ve Edip Akşın müdüre, "Dilerim bu adamdır," dedi katı bir sesle. "Torunumu düşünmeden bir saatim geçmiyor müdür. Yavrucağımı çok merak ediyorum, dilerim bu adamdır da torunuma kavuşurum."
"Hanımefendi o olduğunu onaylarsa ne şahane olur," dedi müdür.
Alt kattaki koridorda sol tarafa döndük ve müdür bizi bir odaya yönlendirdi. Burada, diğerlerinden daha fazla konuştuğum birisi olduğu için istemsizce Deren'in yanında yer aldım ve müdür çevresini merakla saran ahbaplarına bakıp bana dönünce, diğerleri de bana baktı. "Önce hanımefendi girsin," dedi müdür. "O tanırsa sonrasında siz de görürsünüz suçluyu. Hanımefendi eğer bu adam olmadığını söylerse zaten sizi alakadar etmez dava." Önünde durduğumuz kapıyı açtı. "Buyurun."
Bu durumdaki normal bir insanın olabileceği kadar tedirgin görünerek kapıdan girerken Deren'in, "Karmen," diye seslendiğini duyup kendisine baktım. Gözlerinden okunan duygulara bakılırsa, bu odadan içeriye girmeden önce vicdanıma suç duyurusunda bulunan tek kişi o olacaktı. "Hatırlamaya çalış, adama iyi bak, emin olmadan odadan çıkma."
Yalnız kendimin bildiği bir buhranla, "Peki," deyip içeriye girdim.
Emniyet müdürü kapıyı kapatarak arkamdan gelince kendimi ikiye bölünmüş, loş bir odanın içinde buldum. Odayı ikiye bölen cam kısmın arkasında, bir sorgu odası vardı ve bu tarafı, birkaç polisin olduğu gözlem yeriydi. Arada bulunan cam kısma yaklaşırken, "Bu suçluyu, bir saat kadar önce yakaladık," dedi müdür. Benimle camın arkasına bakmaya başlamıştı. "Bir arabayla okulun önüne yanaştılar, bir erkek çocuğunu kaçırmaya çalıştılar. Devriye gezen polisler fark edince kaçmaya çalıştı, birkaç dakika sonra yakalandı."
"Çocuk iyi mi?" diye sordum.
"Evet, ailesine ulaştırıldı, güvende. Okulun etrafında da memurlarımız tetikte." İşaret parmağıyla diğer tarafta, dört köşeli masada oturan uzun saçlı, orta yaşlı suçluyu gösterdi. "Sizin bahsettiğiniz adamın direkt aranan organ kaçakçısı olduğunu düşündük. Fakat benzer bir başka kişi de olabilir, bu adam gibi. İyi bakın, Nil'i kaçıran bu adam mıydı?"
Alt dudağımı ısırıklarla hırpalarken sorgusu alınan adama bir iki dakika boyunca baktım. Organ kaçakçısına çok fazla benzemiyordu ama ikisinin de uzun saçları olduğu için bu davadaki şüpheli olabileceği düşünülmüştü. "Hayır müdür, bu adam değil..."
Ben konuşurken bir hareketlilik cümlemi böldü. Müdürle beraber tekrar odanın diğer bölümüne baktık ve kapıdan içeriye girenin Deren olduğunu gördüm. İçeriye hücum edip masada, sorgusu alınan suçluya ilerledi ve adama bağırmaya başlarken, polis memuru aksiyon aldı. Deren'i dışarıya çıkarmak için direkt onunla temasa geçti fakat Deren, o adam kızını kaçıran bir şüpheli konumunda olduğu için direkt adama saldırmaya başladı. Emniyet müdürü, "Bu adam işimizi çok zorlaştıracak," diyerek yanındaki polise, içeriye girmesi için talimat verdi.
İçerinin mikrofonu kapalı olduğu için ne konuşulduğunu duyamıyordum ama Deren'in dudaklarını takip ettiğinde, adama hiddetle bağırdığından emin oldum. İki memur birden Derenle, odanın köşesine sığınmış olan suçlunun arasına girip Deren'in başvuracağı şiddeti önlemeye çalıştı. Kafamı onaylamayarak iki yana salladım. Belki normal şartlarda iki üç erkekle bu kadar kolay baş edemezdi ama insanın canı çok yandığında bazı güdüleri, kendisinin bile kontrol edemediği şekilde yönetiliyordu. Bu yüzden memurlar onu çıkaramayınca odanın köşesindeki suçlu odadan koşarak çıktı.
Müdür, "Bu adamın olmadığına emin misiniz?" diye sordu.
"Eminim."
"Çıkalım," dedi müdür ve bana öncelik verdiğinde açık kapıdan dışarıya çıktım. Aynı anda, yandaki kapıdan da polislerle beraber Deren çıkıyordu. Başını sağa sola çevirip koridorda suçluyu ararken, memurun biri yine kelepçesini çıkardı ama müdür bey onu durdurarak Deren'e yaklaştı. "Artık sakinleşmeniz gerekiyor. Hanımefendi şahsı gördü, o gün gördüğü adam olmadığını söylüyor. Yahu siz bir anda girerek ne yapmaya çalışıyorsunuz, işleri çok zorlaştırıyorsunuz..."
Edip Akşın, "O hep öyle bir adam," dedi, tükürür gibi.
"Baba, öyle deme," dedi Nalan.
Deren müdürün arkasında kalan bana doğru bakarak benden de bir onay bekliyormuş gibi hissettirdiğinde gözlerimi kapatıp açtım. Omuzlarını düşürüp dirseğini memurun kolundan çekti ve arkasını dönüp koridor sonuna doğru ilerlemeye başladı. Polis, müdüre dönerek, "Müdahale edelim mi?" diye sordu.
O sırada Edip Akşın'ın yanına ilerleyen müdür, "Suçluyla ilgilenin," dedi ve memurlar gözden kayboldu.
"Umutlanmıştık," dediğini işittim Edip Akşın'ın ve onun müdürle olan sert konuşmasına göz atarken, bakış açımı Nalan’ın kabarık sarı saçları doldurdu. Eşi Derya'yı arkasında bırakarak bana yaklaşınca, bizzat gözlerine bakmaktan kaçındım. Karşımda yer alarak, "Sağ olun, buraya kadar geldiniz," dedi. Bembeyaz ellerini önünde bağlayıp iç çekti. "Keşke bir sonuç çıkmış olsaydı."
"Keşke," dedim sohbeti kısa kesmek için. Çünkü kelimeler ruha bağlıdır, duygusal boşluklarda insanları yakınlaştırır. Onunla yakınlaşmak istemiyordum.
Sohbeti kısa kestiğimin kendisi de farkında oldu ve diyecek başka şey bulamadan arkasını döndü. Görür görmez ne kadar pahalı olduğu anlaşılan botlarının üzerinde yalnız iki adım gitti ve sonra duraksayıp bana omzunun üzerinden baktı. "Biraz önce... Derenle beraber mi geldiniz?"
Bu detayı, soracak kadar önemsemesi karşısında bazı düşüncelerim oluştu. "Evet.”
Başını salladı. Eşi Derya'nın yanına gidince, Derya derhal onun belini tuttu ve Nalan ona bir şeyler söyledi. Fısıltılar Derya'yı germiş olmalıydı, yaralanmış yüzüne rağmen anlayabiliyordum. Kafasını sertçe sallayınca Nalan ona burukça gülümseyip koridorun sonuna, Deren'in yanına gitmeye başladı. Deren koridorun en ucundaydı, koridoru sertçe dolanıyor ve ensesini, yüzünü sıvazlıyordu. Nalan ona yaklaştığında başını kaldırıp baktı ve yanından süratle geçiyordu ki, Nalan kolunu tutup onu durdurdu. Deren kolunu çekmekle kalmayıp onun yüzüne karşı asabi asabi bir şeyler dedi ama Nalan çok kırgın, bitkin ifadeyle onunla konuşmaya başlamıştı.
Yanımda bir hareketlilik fark edince göz ucuyla baktım. Derya yanıma yaklaşıp önümde durunca, bana yaklaşma sebebine ilgisiz kalmak istedim. Fakat konuşup, "Derenle çok kısa zamanda samimiyet kurmuşsunuz," dediğinde, "Yaa, öyle mi olmuş?" dedim düz düz.
Benim gibi duvara yaslanıp bir elini kumaş pantolonun cebine soktu. "Biz hiç doğru dürüst tanışamadık, ben Nil'in üvey babasıyım."
"Bu anlaşılmıştı.”
"Ama siz Nil'in öz babasıyla irtibattasınız sanırım," dedi, iğneleyici kelime seçimleriyle. "Buraya onunla geldiniz?"
"Sohbet havamda değilim," diyerek soğukça geçiştirdim.
Yüzüme dikkatle baktığını hissediyordum. Benden ne duymaktan hoşlanırdı henüz bilemiyordum, en iyisi irtibatta olmamaktı. Fakat o bana katılmıyor olmalı ki, "Çok iyi bir şey yapıyorsunuz," dedi, sesinde yapay bir tatlılık vardı. "Belki sayenizde Nil'in hayatı kurtulacak."
Nil'den hiç hoşlanmadığını biliyordum ama bunu bildiğimi saklamak zorunda olduğum için kelimelerimi doğru seçmeliydim. "Üvey kızınızı çok mu seviyorsunuz?"
"Hayır."
Bu kadar net bir cevap yerine yalan bir avutulma beklediğim için beni şaşırtmayı başarmıştı. "Ben ifademi veriyorken seviyormuş gibi davranıyordunuz," dedim.
Koridorun sonuna baktığında kilitlendiği kişilerin eşi ile Deren olduğunu anladım. Onları karşı karşıya gördüğü an gözlerindeki kaygısızlık nefrete dönüştü ve bir an neredeyse koşup Nalan'ı onun karşısından alacakmış gibi hissettim. "O kız, Nil... Deren ile Nalan'ı ölene kadar birbirine bağladı. Üçünden birisi ölene kadar... Nil'i hiçbir zaman sevmedim, sürekli Derya ile Nalan'ın bir araya gelmesini sağladığı için onu hiç sevmedim."
"Ama seviyormuş gibi yaparak karını kandırıyorsun."
"Çünkü Nalan'ı her şeyden çok seviyorum," diyerek bana dönünce benim gözlerimin de Deren ile Nalan'da olduğunu fark ettim. Nalan Deren ile yumuşak şekilde, ağlayarak konuşuyor ve Deren sımsıkı bir çeneyle, ağzını açmadan onu dinliyordu. "Karım olmadan bir dünya düşünemiyorum."
"Bunları söylerken gidip karına söylememden korkmuyor musun?"
Bana dönünce yine o yapay eğlence ifadesi yüzünü işgal etti. "Hayır," dedi yalın şekilde. "Korkmuyorum. Hepimizin sırları vardır, belki ben de senin hakkında bir şeyler biliyorumdur."
Benim hakkımda gerçekten bir şeyler biliyor olabilirdi. Fakat bunları bana tehdit amaçlı kullanmaması için o dakika önlemimi almayı düşünüp, "Yoksa biliyor musun?" dedim. "Babamın bir gangster olduğunu?"
Vermemi beklediği cevap bu değilmiş gibi, "Ne?" dedi ve ardından öyle bir güldü ki, gülerek ölmesini diledim. Onun gülmesinden rahatsız olarak etrafıma bakınınca, Deren'in bu tarafa dönüp bize baktığını gördüm. Bir saniye içinde tekrar Nalan'a döndü. "Baban gangster mi? Hımm, senin silahın falan da vardır şimdi?"
"İtalyan’ım," dedim kısaca. "Babam mafya babası. Dedem, büyük dedemden beri ailemiz bu itibarı taşıyarak bize kadar aktardı kimliklerini. Büyük dedem bir suikastçıymış ve zaman içinde zenginleşip, geleneksel mafyalanmaya kadar gitmiş. Babam, babasının izini takip etmekten çok gurur duyduğunu her defasında söyleyerek bizlerin de iyi yetişmesini istedi. Ailemi ve benimsediği her şeyi ben de benimsedim. Yani evet, bir silahım var."
Ve belki de böyle öğrendi, benim yüzüme karşı bir daha öyle gülmemeyi. Yutkunup öğrendiklerinden rahatsız olmuş gibi bakışlarını etrafta dolaştırdı. "Deren büyük dedene benziyor demek."
"O ne demek?"
"Bir suikastçi," dedi, alçalıp kısık sesle. "Tetikçi."
Tenimde bir ürperti tabakası oluştuğunda, gözlerimin ucuyla Deren'e bakıp yüzündeki vahşi ifadeyi inceledim. "O bir koruma, suikastçı olduğunu nereden çıkardın?"
"Koruma?" diye yineledi, komik bulmuş gibi ses çıkararak. "Doğru, bu onun yaptıklarının daha masum bir adı. “İyi eyvallah, koruma diyelim..." bir daha gülüp iç geçirdikten sonra gözlerime doğru baktı. "Hiç birisini öldürdün mü?"
Konu yine etrafımda dönünce onu korkutmak istediğimi hatırladım. "Evet. Ve temizlediler. Bilmem anlatabildim mi?"
Bir kez daha göz göze geldiğimizde kime baktığını daha iyi biliyordu.
"Yani düşmanım olsaydın seni öldürmesi zor olurdu, ha?"
Artık ölmemin bahsi olamazdı, zaten ölmüştüm. Yaşamıyorum, sadece varım. Ölülerin de var olduğu gibi.
"Hayatta, ölmekten beter şeyler vardır."
Sanki o şeyleri yaşayıp yaşamadığımı görmek için yüzüme baktı ve sonra kafa sallayıp duvardan ayrıldı. Karısına yürürken, "Aşk mesela," dedi.
Yanlarına kadar gidip elini Nalan'ın beline sardığında kadın kendisine döndü ve gözleri endişeyle büyüdü. Yeni bir kavganın çıkmasından endişe ettiği açıktı. Deren'de gözlerini sıkıp nefeslendikten sonra Nalan'a karşı, hiddetle bir şey daha söyledi ama arada mesafe olduğu için duymadım. Derya'da bunun üzerine bir şeyler deyince, Deren bu kez onun suratına karşı bir şeyler hırladı.
Bir hareketlilik hissedince göz ucuyla baktım. Edip Akşınla müdür koridorun diğer ucuna doğru konuşarak ilerliyordu. O dakika harekete geçmeyi düşünüp arkalarından yürümeye başladım. "Müdür, bakar mısınız?"
Seslenmem üzerine müdür, Edip Akşınla arkasına dönüp bana baktılar. Bu olayın Edip Akşınla alakası yokmuş gibi doğrudan müdürle konuşarak, "Size bir şey söylemek istiyorum," dedim.
"Evet?”
"Bu sabah, emniyete gelirken takip edildiğimi fark ettim," dedim, biraz kaygılı ve korkmuş görünmeye çalışarak. "Araba benim arkamdan emniyete kadar geldi. Hatta... Buradan önce Deren Beyle beraberdim, orada da araba beni takip etti, oradan emniyete geldim, yine trafik boyunca arkamdaydı..."
Emniyet müdürü Edip Akşın'a kısa, üstü kapalı bir bakış atarak, "Odama geçelim," dediğinde, "Ben de geleyim mi?" dedim.
"Tabi, şu mesele nedir bakalım..."
Asansöre bindik, iki kat çıktık. Müdürle Edip Akşın önümden giderken ben arkalarındaydım. Koridorda duyduğum telsiz sesleri, bana hikâyemin kötü sonunu hatırlattığı için kulaklarımı kapatma isteğiyle savaştım. Müdür odasından içeriye girince Edip Bey'de takiben ilerleyip koltuğa oturdu. Ayakta bir iki saniye beklemenin ardından misafir koltuğuna oturup müdürle göz teması kurdum. "Bir şey yapabilir misiniz müdür?"
Müdür otururken belindeki silahı çıkarıp masanın üzerine koydu. "Takip edildiğinize emin misiniz?"
"Evet, tabi. Plakayı bile aldım."
Bunun üzerine müdür bir daha Edip Akşın'a bakınca kuşkularımdan emin oldum. "Verin madem, plakaya bakalım," dedi müdür.
Plakayı söyledim ve müdür beni dinlerken bir kez daha Edip Akşın'a bakarak kafasını salladı. Bunu görmemiş gibi davranarak, "Plaka sahibini öğrenebilir misiniz?" diye sordum.
"Ben araştıracağım," dedi müdür ve kapıyı gösterdi. "Sizi durumdan haberdar ederiz."
"Ama müdür bey ya beni takip etmeye devam ederlerse, zarar verirlerse?" Gözbebeklerimi büyüttüm. "Bunu kim yapabilir, anlamıyorum."
"Dediğim gibi..." Edip Akşın hâlâ dik dik bana bakıyorken müdür es verip öksürdü. "Ben araştıracağım, endişeniz olmasın. Size geri dönüş sağlayacağım."
Kararsız kalmış görünerek başımı salladım ve çıkmak üzere ayağa kalktım. Her ikisine de başımla selam verip arkamı döndüm ve çıktım. Kapıyı örttüm ama hemen ayrılmadım. Kapının önünde, sanki ceketimin fermuarını çekiyormuş gibi oyalanırken içeriden müdürün, "Edipciğim, ben sana daha önce ne söyledim? İfade vermek için gelen herkesi takip ettiriyorsun, bu yasal değil," diye huzursuzca konuştuğunu duydum. "Kız fark etmiş! Bak sana demiştim... Savcılık ifadeyi inceler, kendisi karar verir buna, ifade için gelen herkesi suçlayamayız."
"Fakat öylece inanamazdık, bir gün takip ettirdim canım! N'olmuş..."
"Yasal değil diyorum yahu adam, anlamıyor musun? Kızın söyledikleri Derya Bey'in zamanlaması ve dedikleriyle tutarlı, henüz bir şüpheli hareketi yok. Adamını çek, kız da unutup gitsin! Biz yine kıza uzaklaşmamasını söyledik zaten, gözümüz üzerinde..."
Konuşmaların ses tonu düşünce duymamaya başladım ve zaten fermuarımı da çektiğim için şüphe bırakmadan ortadan kayboldum. Tahmin ettiğim gibi, dün emniyetten ayrıldığımdan beri beni takip ettiren Edip Akşın'dı. Neyse ki iyi bir zamanlamayla bu soruna şimdilik çözüm bulmuştum. Şüphe okları henüz üzerimden çekilmiş olmasa da net olarak bir şüpheli de değildim. Asansöre binip giriş katına indim, binadan dışarıya çıkıp ilerlerken de Deren'i arkası dönük gördüm. Sol elinde bir sigara vardı, daha önce dikkatimi çekmeyen şeyi o an fark ettim: solaktı.
Kendisiyle bir daha bu kadar uzun vakit geçirmek istemiyordum. Bu yüzden yanından geçerken kendisine kısaca bakıp, "Hoşça kal," dedim ve tekrar önüme dönüp yürüdüm. Birkaç adımdan sonra arkamdan, "Gitmek için aceleci davranıyorsun," dedi.
Mecburen durmalıydım ve öyle de yaptım. Sabah serinliğinin yanısıra henüz kendini gösteren güneşin sıcaklığını yanağımda hissedip kafamı omuz üstünden ona çevirdim. Göz kapakları titriyordu, sigarayı dudaklarına götüren kemikli parmakları da. Uykusuzluğun belirtileri olduğunu anladım ve onu uykusuz bırakan şeyin ne olduğunu bildiğimden zor yutkundum. "Sizin için elimden geleni yaptım. Burada daha neden kalayım?"
"Yaptın, evet, eyvallah..." karşıma yürürken vücudumu da onun yönünde çevirip parmak uçlarımı birbirine bastırdım. Ruh gibi beyazlamış yüzünü bir duman sisi örttü ve karşımda durunca, "Bir maruzatım daha olacak," dedi. "Buraya senin arabayla geldim, benim araba orada kaldı... Cüzdanım da arabamda, taksiye binemiyorum..."
Onu gözlemlemeyi kesmeye çalışarak bakışlarımı ayırdım. Arkamı dönüp arabama giderken, "Anladım," dedim. "Bana ihtiyacın var."
Topuk sesleri biraz sonra gelmeye başladı. İlerleyip otoparka yöneldim, arabamın kapılarını açıp şoför koltuğuna yöneldim. Deren'de koltuğa oturdu, arkasına doğru yaslanarak eliyle midesini tuttu. Arabayı alandan çıkarıp caddeye sürerken, "Bayılacaksın," diye fısıldadım.
"Ne?" dedi, arabayı gayretle aldığı nefes sesleri doldururken.
Sesimi bir ton yükseltip, "Uykusuz görünüyorsunuz, bayılacaksınız," dedim. Arabada onun gibi bir yabancı varken kendimi kasıyordum. "Yemek yemiyorsun, su da içmiyorsun..." düşünceli bir düşüncesizlikti galiba şu an içinde bulunduğum durum. "Böyle giderse bayılacaksınız."
"Nereden biliyorsun su bile içmediğimi?"
"İçemiyorsun, susadığının bile farkında olmuyor insan..." üstelik o anlardaki sabırsız bekleyiş sana cehennemdeymişsin gibi hissettiriyordu, buna rağmen su içesin bile gelmiyordu. Kendimi bu durumla fazla içselleştirmiş görününce hemen toparladım. "Yani bu durumda öyle olmalısınız."
"Birinci tekil şahıs ekiyle çoğul şahıs ekini karıştırıyorsun..."
"Hım?" dedim anlamayarak.
O da başını bana çevirdiği için direkt gözlerimiz birleşti ve bu kadar pürüzsüz bir bakışma anı olduğu için irkilip gözlerimi ayırdım. Bakışları baygındı ama arada bir öfke o bakışları canlandırıyordu, ayrıca acı da. "Türkçe'n nadiren bozuluyor," dedi, sonra önüne döndü, bununla ilgilenmesi gerekmiyormuş gibi.
Nil'in bana ağzın bozuk, diyerek tatlılıkla kıkırdamasını anımsadım.
"Nil," dedim, o nefes alamıyormuş gibi araba camını indirirken. "Tek kardeş miydi?"
"Öyle, tek çocuğum var." Kendisi de sesinin boğuk ve pürüzlü çıktığını fark ettiğinden herhalde öksürüp genzini temizledi. "Ama yirmi yıldır babalık yapıyorum."
"Yani nasıl?"
"Nasıl yani," diyerek beni düzeltti ve sonra bunu yapmaktan rahatsız olmuş gibi ara verdi konuşmaya. "Öyle işte."
Kırmızı ışıkta durmak zorunda kalınca ellerimi oyalamak için parmak uçlarımla oynamaya başladım. Gerginlik, hiçbir duygunun yatışmasına, sadeleşip dinlenmesine izin vermiyordu. Dikiz aynalarımdan arkamı bir daha kontrol ettim, o araba beni şimdi takip etmiyordu. Müdür, Edip Akşın'ı ikna etmişti.
"Nil... Sizinle mi yaşıyor?" diye sordum.
Kızının adı geçtiğinde aynı şekilde irkilip ön camdan dışarıya baktı. "Hayır, annesiyle." Bir ara çıkarıp yeniden giydiği ceketin cebine uzanıp paket çıkardı, bu bir saat içindeki üçüncü sigaraydı. "Biz boşandığımızda Nil çok küçüktü, hâlâ çok küçük tabi... Velayeti gönüllü olarak annesine bırakmıştım."
Kızından bahsetmeyi sevdiğini düşündüm, bana bu kadar uzun cevap vermesinin başka sebebi olamazdı. "Annesiyle yaşamasına razı olsan da... Nil'in üvey baba..."
"Nil'in bir tane babası var, o da benim." Derya'nın Nil için bir baba olarak görünmesine tahammül edemediğini anladım ve insanların duyguları saygıyı hak eder diye düşündüğümden bir daha böyle anmadım onu. "Kızımla onun adını aynı cümlede kullanma."
"Ama görünen o ki aynı evde yaşıyorlarmış," dedim, belki de bunu dediğimde hiddetleneceğini düşünmüştüm ve başını sertçe kaldırıp bana baktığında sanki yakamdan tutup beni silkelemek istiyormuş gibi göründüğünü düşündüm. "Neden o adamdan bu kadar hoşlanmıyorsan aynı evde yaşamalarına bir şey demedin?"
"Kızım için sağlıklı olanı yapmaya çalışıyordum, onun için onu annesine bıraktım, bunun ne kadar zor olduğunu..." çok süratli şekilde konuşuyorken sustu ve ona kirpiklerimin altından baktığımda, gözlerini yumarak başını iki yana salladı. "Sana neden bunlardan bahsediyorsam..."
"O adama güvenmiyorken bunu yapmış olman zor olmalı senin için."
"Velayetini verdiğimde onunla evli falan değildi, boşandıktan bir süre sonra evlenemeyeceğini düşündüm zaten... Evlendiklerinde velayeti geri almak istedim fakat Nalan, onun henüz bu kadar küçükken annesine ihtiyacı olduğunu söyledi..." sigarasını içerken ara verip sabahtan beri yaptığı şeyi yaptı, şakağını sertçe ovaladı. "Ama benim de ona ihtiyacım vardı."
Sigara külü ceketine düşünce irkilecek sandım ama farkında olmadı. Ben de bunun üzerine otomobil küllüğümün üzerine vurdum, gözüne sokmak için. Bakışları boşluğa doğru odaklandığından bunu da fark etmedi, benim de yapabileceğim başka bir şey kalmadı.
Sonra bir anda, "Arabayı durdur..." sesi kulağımda yankılanınca ve bir eliyle direksiyonu durdurmam için müdahale edip direksiyonuma dokununca, "Kafayı mı yediniz?" diye bağırarak arabayı sağa çektim. Ve hiddetle başımı kaldırıp ona doğru baktım ama o gözü hiçbir şey görmeden araba kapısını açıp dışarıya fırlayınca, gözlerimi devirerek arkasından baktım. Sabah serinliği onun açtığı kapıdan içeriye sızarken, Deren kaldırım üstündeki büfeye yürüyüp büfenin önündeki gazetelikten bir gazete aldı.
Dikkatli bakınca fark ettim. Her gazetenin kapağında aynı fotoğraf vardı, Nil'in bulunması için gazetelere servis edilen fotoğrafı.
Karina'nın fotoğrafı üçüncü sayfada, bir bozuk para büyüklüğünde yer kaplamıştı.
Anılar zaten terk etmiyordu, bu yüzden hiçbirisi geri gelmedi; oyalanıyorlardı, uyuyorlardı, uyandılar. Kızımın sahip olamadığı değerin verdiği gurur kırıklığı, onu kaybetmiş olmamın acısıyla birleşince kalbim bir orman yangınına döndü; sanki bin yıllık ağaçlar bile yanıp kül oldu. Artık o ateş seni tanıyor, sen de o ateşi.
Gürültü, ateşle arama girince boşluğa doğru takılan gözlerimi bir daha kapıdan dışarı çevirdim. Kaos ortamı oluşmuştu. Gazeteler yere saçılmıştı, arbede yaşanıyordu. Deren elinde bir gazete tutmuş bakarken, büfe sahibi gazeteyi elinden almaya çalışıyordu. Sanırım gazetelere zarar vereceğini düşünüyordu. Deren elinin tersiyle adamı itince, kaldırımdan geçen birkaç kişi de yavaşlayıp neler olduğuna bakmaya başladı.
Kapımı açtım, cüzdanımı alarak çıktım ve kaldırıma çıkıp karşıya yürüdüm. Etraftaki insanların arasından süzülerek Deren'in arkasına kadar yaklaştım ve ceketle sarılı kolunu tutup çekerken, "Adam polisi arayacak," dedim. Adam o sırada bana doğru bakıp gazetesini Deren'in elinden almaya çalıştığında, "Sen bir bıraksana!" Diyerek bana döndü Deren, nefes nefese. Gözbebekleri kocaman olmuştu, bir elinde hâlâ gazete tutuyordu. "Sana n'oluyor! Bırak beni! Bir daha girerim içeriye, sana ne!"
Birkaç kişi, büfe sahibi adamla beraber Deren'den uzaklaştıklarında ortamın heyecan verici gürültüsü dindi. Deren bir daha arkasına dönüp büfe sahibine baktıktan sonra başını önüne eğerek insanların az önce üzerine bastığı gazeteleri izledi. Birkaç tanesi yırtılmıştı, Nil'in olduğu fotoğraflar da. Gözü bir daha döndü ve kaba bir küfürle eğilip gazeteleri toplamaya başladı, Nil'in fotoğrafının olduğu sayfaları diğer sayfalardan ayırdı. Etraftaki insanların fısıltılarını duyup şöyle bir baktım ve sonra cebimden iki yüzlük çıkardım. Deren bu kez elinde Nil'in fotoğrafının olduğu gazete sayfalarıyla beraber kalkarken, "Kendine bir taksi bul," diyerek parayı ceketinin cebine koydum. "Ve içeriye girersen de benden yardım bekleme." Elimin cebine girmesi karşısında bakışları dalgınlıkla elimi takip etti ve ben geri çekilip arkamı dönerken, çaresiz nefesler alıp verdi.
Arabama dönüp kapılarımı kapattım ve arkama bakmadan oradan uzaklaştım. Sokaktan ayrılıp başka bir sokağa girdiğim an arabamı sert frenle durdurup ellerimi öfkeyle direksiyona indirdim. Saçımı başımı yolma raddesine gelene kadar bağırdım ve avuçlarım kızarıp, yorulup dizlerime düşünce arabanın tavanına doğru baktım. Gözlerim, hiddet anından sonra gelen bir yorgun düşme hissiyle açılıp kapandı ve kalbim hızlı attı.
Cehennemin kapıları benim için kızım kaçırıldığında açıldı, şimdi de günahlarım yüzünden açık kaldı.
Bir iki dakikalık öfke nöbetimi geçirince arabayı tekrar çalıştırdım. Buraya kadar boşuna gelmiştim, şimdi nereden gideceğimi bilmiyordum. Anayola çıkarken navigasyona evimin adresini yazdım, dikiz aynalarımı kontrol edip arabayı hızlandırdım.
Güvelikten geçince otoparka yöneldim, arabamdan inerek asansöre binerken etrafta kimse görmedim. Sürekli tetikteydim, şu an ihtimal vermiyordum ama beni Deren'de takip ettiriyor olabilirdi. Dairemin olduğu katta inip koridorda yürüdüm ve kapımı açarken, evin içinden gülüş sesi duydum. Bu ses, bir su sesi gibi gelip aktı ve suya bakıyormuşum gibi bir huzur iki üç saniye içimi kapladı.
Evimin holünde ilerleyip oturma odasının kapısından bakınca Nil'in neşeli çığlığını yakından duydum. Gece, yüzüne evimdeki bir oyuncak maskesini geçirmiş, onu kovalıyordu ve Nil gülerek koltukların arkasından dolaşıyordu. Koşarak kapıya yaklaştı ve beni görünce gözlerini kocaman açtı, sonra da hemen arkama geçip saklandı. "Bu beni ısırıyoy Kaymen..."
"Gelmişsin," dedi Gece, yüzündeki maskeyi çıkararak. Saçlarını el yordamıyla düzeltip etrafına baktı. "Nil'i göremiyorum, nereye saklandı biliyor musun?"
"Koltuğun arkasında gördüm galiba," dedim Gece'ye ve o koltuğa yaklaşırken, arkama bakıp eğildim. Nil'i kucağıma aldığım gibi koridorda koştum ve birlikte kaldığımız odaya girince ellerini ağzına kapatarak kıkırdadı. "Kaçtık!"
Onu, beraber uyuduğumuz yatağa koyup güzel gülüşünü hayranlıkla izledim. "Evet, çok akıllı bir kızsın, onunla başa çıktın."
Kızarmış yanakları daha bir kızardı, al al oldu. "Ee, babam gelmedi mi?" dedi bana, coşkuyla. "Ne zaman gelecek artık! Yüz gün oldu!"
Yeniden ağlamasından çok korktuğum için ona başka bir yanıt verdim. "Yüz mü? Sen yüze kadar sayabiliyor musun?"
Başını hevesle sallayıp bana biraz daha yaklaşınca çok sevindim. Ellerinin ikisini de açıp, "Bir," diye saymaya başladı. "İki, üç, on, kırk, yüz... bir sıfır, beş, yüz..." bildiği sayıları söyledikten sonra durup kaşlarını çattı. "Bu kaday!"
"Çok, çok tatlısın Nil..." onu kendime çekip göğsüme bastırırken, küçük elinin kalbime yerleştiğini gördüm. "Babanı çok mu özledin?"
Başı göğsümde aşağı yukarı hareket etti. "Hıhı... Zaten öz görüyorum ben babamı, annem beni ona bırakıyoy, biz babamla eğleniyoruz..." kafasını kaldırıp bana baktı. "Ama seni de sevdim."
Ağzım açık kaldı. "Beni mi?"
"Evet, diğer dadılarımdan iyisin!"
Başını göğsüme yeniden koyunca bana kurduğu cümlede dakikalarımı harcadım. Beni sevdiğini söylemişti. Çocuklar, yalnızca çocukça yalanlar söyleyebilirdi; bir yetişkin yalanı söyleyemezdi. O yüzden beni sevdiğine inandım ve başımı eğip bebek kokusunu içime çektim.
Burnuma şampuanla beraber saf bir koku geldi.
Deren'in birkaç saat önce kızım gibi kokuyorsun, dediğini hatırladığımda gaflete düşerek saçımı bir daha kokladım. Şampuan kokuyordu, Nil'in saçındaki kokuya benziyordu. Belki onunla uyuduğum için de üzerime onun kokusu da sinmiş olabilirdi ama şampuan kokusu daha baskındı ve Deren'in ayırt ettiği koku buydu.
Sesindeki çaresizliği düşündüm...
Ve günün birinde bunun bana nasıl döneceğini.
"Payka gidelim mi?"
Nil'in sesi ilgimi dağıttı. "Parka gitmeyi sever misin?"
"Hıhı, severim. Ama en çok babamla gitmeyi seveyim! Sonra evde anneme de diyorum, o olmaz olmaz diyoy..." bir şeyler anlatırken heyecanlandığı için başını göğsümden kaldırıp büyümüş gözbebeklerini bana çevirdi. "Sonra beni Derya götüyüyor ama sallamıyor! Anneme salladım diyor bir de..." kaşlarını çatıp tekrar bana sarıldı. "Anneme sallamadı diyorum, hiç de inanmıyor!"
Derya, ona sahip olmayı seviyordu ama onunla sahip olduğu Nil'i istemiyordu. Adam her nasıl oynuyorsa Nalan bunun farkında değildi. "Anneni sever misin Nil?"
"Seveyim ama en çok babamı! Bir de Utku'yu, ama en en çok babamı..."
"Baban şimdi çok kızgın görünüyor ama seni severken nasıldır..."
Onu bırakıp koridora çıkınca Gece'nin lavabo kapısını kapattığını gördüm. Üzerinde triko, dizlerinin üzerine kadar gelen siyah bir elbise vardı. Saçları benim gibi dümdüzdü. Dudaklarını kırmızı rujla doldurmuştu, kahverengi gözlerinde de yoğun maskara vardı. "Sabah nereye gittin?"
"Deren aradı," dedim, ismini kullanmayı garipseyerek koridor duvarına yasladım. "Kızının kaçırıldığı parka çağırdı. Hani ben kızının kaçırıldığını gördüğümü söyledim ya, kendisine yardımcı olacak daha fazla şey hatırlarım diye."
Portmantoya ilerleyerek, "Bir pürüz oluştu mu?" diye sordu.
"Hayır, ben olayı canlandırıp aynı şekilde anlattıktan sonra emniyetten aradılar, beraber oraya gittik..." yine birden o his geldi, kelimelerim tükendi. Bir şeyler anlatacak gücüm kalmadı. "... organ kaçakçısına benzeyen bir adam bulmuşlar, benden de onu görmemi istediler."
"Polisler şüpheleniyor mu sence?"
"Edip Akşın şüpheleniyor." Öğrendiğinde beni öldürecek ilk kişi olabilirdi. Ya da ikinci. İlki belli.
"Elbette şüpheleniyor, gazeteci adam, yirmi yıldır neler görmüştür Karmen..." bileğindeki saate bakarak üzerine giydiği ceketin düğmesini kapattı. "Madem o adam bulunana kadar buna devam edeceğiz, çok dikkatli olmalıyız." Başına gelenleri ve gelecek olanları kabul etmiş gibi omuz silkti. "Çocuğu sakın evden dışarıya çıkarma gafletinde bulunma. Haber bültenlerinde, tüm gazetelerde boy boy fotoğrafı var."
"Salak değilim."
Cevabıma gülüp ayakkabılarını giymek için eğildiğinde koluna dokundum. "Gazeteye mi?"
"Evet, haber peşinde koşacağım... Yaman aşağıda, bekliyor." Doğrulunca omuzlarımdan tutup iki yanağımdan da öptü. "Bu arada... Deren nasıl birisi? Çok mu tehlikeli sence?"
"Milletvekili yakın korumasıymış," dedim, Derya'nın onun hakkında söylediklerini de düşünerek. "Çok öfkeli, sinirli, kafasının yerinde olmadığı açık..." acı dolu bakan gözleri zihnimde belirince gözlerimi kapattım. "Hiçbir şeye tahammülü yok, fazladan bir kelime kurmama bile."
"Adama kızamam, bu cehennem gibi hissettiriyor olmalı..."
"Evet," dedim. "Öyle hissettiriyordu."
Belki de böyle konuşarak bana Karina kayıpken yaşadıklarımı hatırlattığını düşünüp suçlulukla bakışlarını kaçırdı. Anlayış bir lütuftur, fazla anlayış acıma. Onun bu bakışlarını bir lütuf olarak görüp, "Kimse canımı yakamaz artık," dedim. Koluna hafifçe vurdum. "Üzülme. Hadi, işine git."
"Günün sonunda ne yaşarsak yaşayalım yanında olacağım Karmen."
Kapıyı açıp asansöre binene kadar onu izledim, gözden kaybolunca kapıyı kilitleyip odama kadar gittim. Onun sesini duymak, evde Karina varmış gibi hissettirdiği için, "Nil, aç mısın?" diye sordum.
Harfleri yutarak, bazı harfleri de tam çıkaramayarak, "Yok, ben yedim," dedi. "Süt de içtim."
Gece'ye minnettar hissettim. "Ne yedin?"
"Yumuyta, domates, ekmek, çay kaşığı..." durup güldü, yataktan inmeye çalıştı. "Bir de çatal yedim, biy de bardak yedim."
Benimle şakalaştığını fark edince ruhumda canlılık hissedip gülümsedim. "Ben de her gün tabak yiyorum."
Kıkırdarken parmağını ısırdı ve kollarını yukarıya kaldırdığında kucağıma gelmek istediğini anladım. Eğilip kucakladım, yüzlerimiz birbirine bakmaya başlayınca, "Canın acıyor mu?" diye sordum.
Ne sorduğum hakkında bir fikir kafasında oluşmadı. Salyalı parmağını yüzüme yaklaştırıp beni tehdit eder gibi bakınca da, "Kalbim başka şey diyor, aklım başka şey," dedim kendi kendime. "Kalbim hep burada kalmanı, Karina gibi bana gülmeni istiyor ama aklım... çok yakında gideceğini, o günü yaşamış gibi biliyor."
Aklımı da kalbimi de yönetemiyordum, bu yüzden tökezliyordum. Kararlarım stabil ilerlemiyordu, dengesizliğim davranışlarıma yansıyordu. Nil'in gülüşünü görünce kafamda kurduğum düzen biraz daha bozuluyordu, Karina'yı hatırladığım gibi bu gülüşe veda edeceğimi de hatırlıyordum.
"Çizgi film izleyelim mi?"
"Doğru ya," dedim şaşkınlıkla. "Sana hiç çizgi film açmadım, seviyor olmalısın."
Onu oturma odasına götürdüm, koltuğun üstüne bırakıp televizyonu açtım. O bir çizgi filme denk gelince el çırpıp, "Bu bu," dedi. Televizyonu o kanalda açık bıraktım ve yanına geçip oturdum. Nil, siyah koltuğun beyaz, yumuşak yastığını kafasının altına koyup parmağını emerken gözlerini ekrana kilitledi. Ben de başımı koltuğun arkasına yaslayıp onu izledim, mimiklerini ve sahnelere verdiği şirin tepkileri aklıma kazındı. Nil'in yüzünde dakika başı Karina'yı görmek küçük, saniyelik mutluluklar veriyordu katı yüreğime.
Çizgi film bitip yenisi başladığında Nil'i hâlâ izlediğimi fark ettim ve koltuktan kalkıp mutfağa gittim. Dolabı açıp nelerin olduğuna baktım. Nil için sağlıklı şeyler hazırlamam gerekiyordu. Karina'yı ilk aylarda sütümle, sonra mamalarla beslemiştim. Bu yüzden çok zaman yemekle beslenmemişti ama Nil yemek yiyecek yaştaydı. Ona çorba yapabilirdim.
İnternette araştırmaya başladım ve Nil yaşındaki çocukların içebileceği sağlıklı çorba tariflerine baktım. En iyisinin sebzeli çorba tarifi olduğunu düşündüm, içindekiler oldukça sağlıklıydı. Dolaptan malzemeleri çıkarıp tezgâha dizdim. Evimde birkaç tencere vardı, onlardan birisini de indirdim. Çorbayı yapmaya başlamadan önce de dolapta gördüğüm kırmızı elmayı aldım, kabuğunu soyup dilimledim. Tabağı odaya götürüp Nil'in yanına otururken, ekranda güldüğü sahneye baktım. Bir kedinin kuyruğunu kapı arasına sıkıştırdığı sahneyi izliyordu.
"Elma yer misin?"
Başını çevirip elimdeki tabağa baktı ve dilimlerden birisini aldı. "Elmayı sevdiğimi nereden biliyoysun?" Bana parmağını salladı. "Yoksa babam mı söyledi?"
"Tahminde bulundum," dedim.
İlgisini tekrar ekrana verince ona çorba yapmak için mutfağa döndüm. Malzemeleri tarifteki gibi doğradım, olması gerektiği gibi tencerenin içinde pişirdim. Kaynayıp bir süre sonra piştiğinde blenderle sebzeleri ezdim, biraz koyulaştı fakat tadına bakınca beğendim.
Çorbayı kâseye koyup odaya geçtim, havanın karardığını da o zaman fark ettim. Tepsiyi ortadaki siyah, dikdörtgen şeklindeki sehpaya koyup kendim de önüne oturdum. Nil hâlâ televizyona bakarken, "Gelsene," diye seslendim, yanıma vurarak. "Sana çorba yaptım."
Beni duymamış gibi yaparak televizyona bakmaya devam etti ama dudaklarının kenarları kıvrılmıştı. Yine bir oyun istediğini düşünüp kalçamı yerde kaydırdım, koltuğa yaklaştığım gibi onu kavradım ve kucağıma alırken kıkırdadı. "Neden bu kadar tatlısın ki," dediğimde, yanakları pembeleşti.
Onu yanıma bırakmadan önce koltuğun üzerindeki yastığı kalçasının altına koydum. Gözleri hâlâ televizyonu takip ederken hevesle kaşığa uzandım, çorbayı ona kendim içirmek istiyordum. Karina'ya yedirdiğim gibi, Nil'e de yedirmek istiyordum. Kaşığı kâsenin içinde bekletip çorbanın sıcaklığı düşünce ağzına kadar götürdüm. İkinci kaşığı verirken, "Hoşuna gitti mi?" diye sordum.
Parmaklarının beşini de uçlarından birleştirip elini aşağı yukarı salladı. "Mis gibi olmuş, mis!"
"Gerçekten mi?" dedim coşkuyla.
Kafasını sallayınca kâseyi elime alıp ona biraz daha çorba içirdim. Sebze kokuyordu ama kötü değildi, gerçekten hoşuna gitmiş olmasaydı bu kadar içmezdi. Kâse bittiğinde hâlâ ağzını açık tuttuğunu gördüm ve başını eğip boş kâseye bakarken omuzları düştü. "Bitmiş yaa."
Hemen, "Daha var, içecek misin?" diye sordum.
"Döyt, beş kaşık daha içerim," dedi, koluyla ağzını silerken ve sonra yaptığı bu hareketi fark edip gözlerini kocaman açtı. "Kiylendi...”
Teselli edip, "Değiştiririz kıyafeti, üzülme," dedim.
Ona ikinci bir kâse koydum, bir dilim ekmekle beraber içirdim. Bu kez kâseyi tam bitiremedi, içemeyip ellerini sallamaya başlarken kâsenin dibinde kalan çorbaya baktı. "Döyt beş kaşık demiştim, yüz kaşık koymuşsun!"
Tatlı sitemine yalnızca güldüm ve kalan birkaç kaşığı da ben yedim. O ilgisini tekrar kazanan televizyonu izlerken tepsiyi mutfağa geri götürüp bir bardak suyla döndüm. Küçük dudaklarıyla su içişine isterik şekilde güldüm, akan salyalarını temizleyip yanına oturdum. O çizgi filme gülerken ben de hafif hafif saçlarını okşadım. "Yaa niye beni izliyorsun?" dedi gülmemeye çalışarak.
"N'oldu? Utandın mı?"
Diğer tarafa dönüp gülüşünü sakladı, sonra hiç gülmemiş gibi bana dönüp kaşlarını çattı. "Oyun mu istiyoysun sen?"
"Hıhı," dedim.
"Allah'ım ya, aynı babam gibisin, o da otuyup beni izliyor..."
Gülüşüm yüzümde solunca hiçbir şey diyemedim. Başımı önüme eğip gözlerimi de önüme aldım. Babasını öyle seviyordu ki, her cümleye onu katıyordu. Küçük bir bedendeki kocaman kalp onunkisi, aynı Karina'nın gibi.
O gün Nil'in gözleri uykudan kapanana kadar çizgi film izledik. Başı önüne düşünce kucağıma alıp kaldığımız odaya gittim. Nil'i yatağa bırakıp üzerindeki montu, onu incitmeden çıkardım. Yanından çekilince dolabıma gidip yapmam gereken oymuş gibi pijama çıkardım, kıyafetlerimden kurtulup o pijamayı giyindim. Siyah, saten takımla beraber banyodan odaya dönünce çıplak ayaklarımdaki üşümeyi fark ederek yatağa çıktım. Bu gece de diğer gecelerde olduğu gibi sırt üstü yattım, gece lambasını Nil korkmasın diye açık bırakıp tavanı izledim.
Özlemden uyuyamadım, gece boyunca gözlerimin kenarlarından gözyaşları aktı.
Bir noktada uyuyakalmış olmalıydım, çünkü sesler duyarak uyandım ama gözlerimi açmadım. Neler olduğunu anlamaya çalışarak elimi yanıma uzattım, Nil'i hissetmeye çalıştım ama yalnız çarşafın sıcaklığına değince gözlerimi saniyesinde açtım. Sırtım dimdik olacak şekilde doğrulup sol tarafıma bakınca boşluk kalbimi delip geçti. Çığlık atarak yataktan indim ve etrafıma bakıp ardından koridora koştum. Karanlıkta gözlerim göremediği için elimi duvarda gezdirdim, nefes nefese düğmeyi ararken, "Nil?" diye seslendim.
Parmağım düğmeye değdiği an ensemde nefes hissettim. "Biliyordum," dedi ses ve kalbim sanki yerinden çıkıp ayaklarımın önüne düştü. "Kızımı çaldığını biliyordum."
Her şey bitti ve bitiş, başlangıçtan daha kısa sürdü. Elim düğmeyi yakmadan aşağıya indi ve savunma kelimesi dudaklarımdan çıkmadan sert bir elin boğazımı, arkadan ön tarafa doğru uzanarak kavrayışını hissettim. Başım arkaya yattı ve vücudum, dışarıdan aldığı kuvvetle duvara çarptı. Gözlerimi kapattım ve tekrar açtığımda dibimde duran kapkara gözleri gördüm. Suyun denizden çekilmesi gibi, yaşam da bedenimden ayrılmaya başladı. Bu eller de şimdi öleceğimi düşündüm ve onun diğer eli de boğazıma dolanınca, nefes almakta zorlandım. Direnmedim, o saniye aklımdan geçen tek şey kızımın da böyle can verdiğiydi.
Boğularak öldüğüydü...
"Nasıl anladın?" diye sordum ama boğazım sıkıldığı için kelimelerim doğru anlaşıldı mı, bilmiyordum. Bana karşı duyduğu nefretin oluşturduğu buruk his, bu dünyadan ayrılmadan önce ruhumda bıraktığım son duygu olacaktı belki de. "Ben sadece... Kızımın katilinin bulunması için..."
"Nil olmadan geçirdiğim her gün için, ayrı bir ölümü hak ediyorsun." Dudakları bana o kadar yakındı ki, gözlerim kapanırken bu kelimelerin seslerini dudaklarımda hissettim. Vücudunu daha sert yaslayıp elinden birisini boğazımda yukarıya, canımı acıtan kısma çıkardı ve hiç çırpınmadığımı gören ellerime bakıp tekrar gözlerime döndü. "Seni öldüreceğimi biliyordun, bana neden bunu yaptın? Neden beni Nil ile sınadın? Neden beni... seninle sınadın?"
Elimi, boğazımdaki elin üstüne koydum fakat çekmek için değil, beni boğmasına yardım etmek için. "Boğarak öldür beni, aynı şekilde ölmek istiyorum."
"Bu kadar kolay olmayacak," dedi, sanki boğularak ölmek o kadar kolaymış gibi. Karina'nın yaşadığı acı küçümsenmiş gibi gözlerimi hiddetle açtım ve kendi kızım için hissettiğim savunma duygusunu onun gözlerinde de gördüm. Elimin altındaki eli vazgeçmiş gibi titredi ve sanki buna sinirlenip daha da sertleşip boğazımı sıkıca sardı. Son bir kelime daha söylemek için dudaklarımı aralasam da faydasız kaldı. Ölmeden önceki son çabamın konuşmak için olacağını düşünmemiştim. Bana kalan o son kelimeyle elimi elinden çekerken, alnını başımın yanına yaslayarak kulağıma fısıldadı. "Kalbin durduğunda bile seni öldürmeye devam edeceğim."
Bir his, ki onun bahsettiği ölüm olmalı, beni çağırınca boğularak ölmenin verdiği fiziksel acıyla ağlamaya başladım. Ama bunu, ben çektiğim için ağlamadım, Karina çektiği için ağladım ve boğazım sıkıldığı için hıçkıramadım bile. Kızım, canı böyle yanarken ölmüştü. Çırpınmıştı, ağlamıştı ama boğazı sıkıldığı için hıçkıramamıştı. Gözlerinden yaşlar akmıştı, küçük elleri beyazlamıştı, yüzü morarmıştı, gözleri... bu dünyadan ayrılırken onu öldüren gözlere acı içinde bakmıştı. Sefilliğimin verdiği o derin hüzün, bilincimdeki son bağı da kopardı ve boğazımdaki eller birden yok olmuş olsa bile kalbim çoktan durdu; Karina, bu acıyı hissettiğinde.
Islak gözlerim kapkaranlık odanın içinde açıldığında, gerçeklikle sanrı arasındaki çizgiyi kaybetmiş şekilde bakışlarımı odaklamaya çalıştım. Gece lambası hâlâ yanıyordu, birisi yanımda nefes alıp verirken. Bir kâbustan sıyrıldığımı anlamama rağmen dönüp yanıma, Nil'e baktım ve sonra hızla yataktan kalktım, rüyayla gerçeği tam ayırt edemeyip Karina'nın beşiğine koştum. Boştu. Kızım yoktu. Çektiği o acı gerçekti, benimkisi gibi kâbus değildi.
Rüyada yaşadığımı, Karina'nın bizzat yaşamış olmasına katlanamayarak hıçkırıklara boğuldum. Gecenin içinde bu acıya hapsoldum ve Nil korkarak uyanmasın diye dudaklarımı ısırarak dizlerim üstüne alçaldım.
"Ben seni bu dünyadan koruyamadım, o küçük kalbini ben durdurdum..."
Sonu olmayan bir tahammülsüzlükle ellerimi yüzüme örttüm ve sabahın ışıklarına kadar, sessizlik içinde, bir küçük kalbin durduğu, bir diğer küçük kalbin de attığı odada ağladım, ağladım, ağladım...
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...